
Dünya basınında olduğu gibi bizim basında da daha soğukkanlı değerlendirmelerin yapıldığı oldu. Bu soğukkanlı değerlendirmelerde iki unsur ön plana çıktı. Birincisi, Obama’nın başkan seçilmesi gerçekten de ırkçılığın sonunu mu müjdeliyordu? İkincisi ve daha önemlisi, Obama acaba gerçekten siyah mıydı? Ayşe Akalın’ın geçen pazar (9 Kasım) Radikal 2’deki Beyaz Maskeli Obama!? başlıklı yazısı bu açıdan dikkat çekiciydi. Akalın, “Barack Obama’nın son kertede, Harvard Hukuk Fakültesi bağlantısı ile ‘corporate’ Amerika’ya eklemlenip ancak böyle siyasi erke dönüştüğünü unutmamalıyız” diyor ve şöyle devam ediyordu: “Obama biraz da kendisine rağmen, vatandaşı olduğu ülkenin kuralları sebebiyle siyah bir adam. Çünkü Amerika’daki geçmişinden taşıdığı ırk tanımı (one-drop rule), ailesinde uzaktan Afrika kökenli akrabaları olan bir kişiyi bile etnik olarak da siyah kabul ediyor.(...) Karşımızda deri rengi olarak gördüğümüz siyah bir adam evet ve bu olgu onun başkanlığını sembolik ırk ilişkileri tarihi içinde çok önemli bir noktaya getiriyor evet, ama (...) ırkı illa da pek çok siyah Amerikalının yaşadığı gibi insanı bazı şeylerden eksik bırakan bir olgu olarak yaşamamış.”
Akalın’ın yazısında olduğu gibi, Obama’nın ne kadar siyah ya da ne kadar beyaz olduğunun sorgulanması, bireylerin sahip olduğu kimliklerin temelini oluşturanın ne olduğu sorusunu da beraberinde getiriyor. Bu soruya ilişkin post-yapısalcı ve post-modern yorumlar bir bireyin kadın ya da erkek olarak, Türk ya da Fransız olarak, genç ya da yaşlı olarak, siyah ya da beyaz olarak tanımlanmasının kaynağında biyolojik özelliklerin değil toplumsal ve kültürel inşa süreçlerinin etkili olduğunu söylüyor. Bu perspektiften bakan sosyal kuramcılar, örneğin cinsiyet ve toplumsal cinsiyet temelli kimliklerin toplumsal olarak üretilmiş tanımlamalar olduğunu, bu tür kimliklerin doğanın evrensel kategorileri olmadığını vurguluyorlar. Bununla birlikte bu bakış açısına sahip yorumlar, kimliklerin ihtiyari olduğunu iddia etmiyor, yalnızca toplumsal pratik vasıtasıyla belli tarihsel dönemlerde geçici olarak stabilize edildiklerinin altını çiziyor. Aynı şekilde ulusal, etnik ve ırksal kimlikler de hep bu doğrultuda ele alınıyor. Öyleyse Obama, derisinin rengine bakıldığında her ne kadar siyah gözükse de sosyal formasyonu, aldığı eğitim, içinde yetiştiği kültür ve mensubu olduğu sosyoekonomik sınıf göz önünde bulundurulduğunda, ak pak bir Amerikalı olarak duruyor karşımızda.
Bu açıdan ele alındığında, Obama’nın başkan seçilmesinin ‘İşte Amerikan rüyası’ vurgusuyla medyaya yansıması yalnızca bir yanılgı olarak açıklanmaktan da uzak. Burada çok belirgin bir Amerikan yanlısı söylemin üretildiği ortada. Bu söylem ise her nevi medya metninde her zaman başvurulan ‘ikili karşıtlık’ üzerinden öykü üretme kuralıyla ilerliyor. Medya bize, Obama’nın Amerika’sını, Bush’un Amerika’sının olumlu alternatifi olarak sunuyor. Buna göre Bush’un Amerika’sı ne kadar karanlıksa/savaşçıysa/kötüyse/yaşlıysa/eskiyse, Obama’nınki o kadar aydınlık/barışçı/iyi/genç/yeni. Böylelikle medya aslında bize, bildiğimiz Amerika’yı cilalayıp yeniden pazarlıyor. Oysa Amerikan rüyasının dünyanın kabusu demek olduğunu tarih yazıyor. Bu kabustan uyanmak için var olan sistemin içindeki ufak tefek sözde-değişikliklerin yetmeyeceği ise ortada. Aslolan sistemin kendisinin değişmesi. Zaten ancak o zaman medyayı ABD bayrağına selam durmaya iten refleks de ortadan kalkacak.
Bu yazı 16/11/2008 tarihli Evrensel'in pazar ekinde yayınlandı.