8 Eylül 2009 Salı

BÜTÜN BABALAR...

'Ölüm' cümle içinde ilk kez hayatımdan geçtiğinde kaç yaşındaydım bilmem. 4, belki 5. Silik bir andır hafızamda. Babaannemin kucağında oturmuş karşı apartmanın önündeki kalabalığı seyrediyordum camın arkasından. "Niye toplanmışlar?" diye sordum. "A'nın babası ölmüş" dedi babaannem. "Hangisi" dedim, "hangisi ölmüş? Şu köşede ayakta duran mı?". "Yok" dedi babaannem gülerek. Anlattı, anlattı, anlamadım.

Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
...

Cemal Süreya'nın bu şiirini ilk kez okuduğumda kaç yaşındaydım bilmem. 13, belki 14. Birden kaskatı kesildim okurken. İlk kez bu şiirle düştü içime babamı kaybetme korkusu. O gün anladım. O günden beri korkarım. Kör olmaktan. Babama her sarıldığımda korkarım.

Bu yıl içinde iki can dostum kör oldu. Babalarından ummuyorlardı bunu, kör oldular. Kaskatı kesildim kör olurlarken. Ne desem, nasıl teselli etsem bilemedim. Hep iki şiir geçip durdu içimden.

ölür...
bütün babalar ölür
biraz ebemkuşağı
yeşil zeytin gözlerinde hüzün
incir ağacının altında yatan narin
kaşlarının kıvrımı çandarlı körfezi
bin yıllık zeytin ağacının kırılan dalları
kırılan bir ömrün yapraklarıyla öylece durur
ölür
bütün babalar ölür.
- Halim Yazıcı

Resim: 'Father Figure' by Rodney Black

3 Eylül 2009 Perşembe

ÇOCUKKEN ERKEK GİBİ OLMAKLA ÖVÜNEN KADINLAR

Hello! dergisine verdiği röportajda yıllar öncesine dönen Deniz Berdan, "Hareketli, yaramaz ve erkek gibi bir çocuktum. Anneler sürekli 'oğlumu dövdü' gibi şikayetlerle bizim eve gelirdi" dedi.

O zamanlar nasıl bir hayat yaşadığını anlatan güzel top model Miranda Kerr, 'Erkek gibiydim. Her zaman dışarıda olmayı severdim; ağaçlara tırmanmak, çamurlar içinde oynamak. Hiçbir zaman Barbie’lerle oynamadım.

Sinem Kobal, "Ben lise sona kadar çok haşarı bir öğrenciydim. Erkek gibiydim. Sadece okul dışından platonik aşklarım vardı. Daha çok 'hoplayalım, zıplayalım, nereden kaçalım, nereyi kıralım' gibi şeyler vardı aklımda" dedi.

Burcu Esmersoy:
Aslında evde bebeklerle oynayıp onlara kıyafetler diken, Barbie bebeklerine kıyamayıp Cindy bebeklerinin saçlarını modelden modele sokan bir kız çocuğuydum. Dışardaysa futbol olmasa da top oynamaktan zevk alan ve dizlerini yaralamadan eve dönemeyen, neredeyse yaramaz bir oğlan gibiydim.

"Nasıl bir çocuktunuz?" sorusuyla karşılaşan neredeyse her ünlü kadının "erkek gibiydim" diye yanıt vermesi patolojik bir durum değil midir? Erkek çocuk gibi olmayı övünülecek bir özellik olarak vurgulayarak kız çocuk gibi olmaya pejoratif bir anlam yükleyen söylem medyada sürekli olarak karşımıza çıkıyor. Dışarıda olmak, dizleri yaralamak, ağaçlara tırmanmak gibi eylemler her daim erkek çocuklara has özellikler olarak düşünülüyor. Bu tür yaklaşımlar son derece özcü bir bakış açısının yansıması aslında. Evde olmak ve bebeklerle oynamak kızların, ağaçlara tırmanmak da erkek çocukların 'doğasında' var sanki. Bu 'doğasında olma' argümanı yalnızca ataerkil ideoloji değil, her türlü ideoloji yeniden üretilirken karşımıza çıkıyor. Örneğin, kapitalizmin insan doğasına en uygun sistem olduğu safsatası öyle bir pompalanıyor ki, bir de bakıyorsunuz sistem tarafından en çok ezilenler bile 'doğaları gereği' kapitalizmi savunur olmuş.
Toplumsal cinsiyetlerimiz, adı üstünde, sosyal hayat içinde edindiğimiz kimliklerimiz değil midir? Kız ya da erkek farkı olmaksızın, bazı çocuklar sakin, bazıları da hareketli ya da yaramazdırlar. Top oynayan kız çocuklar, erkek gibi olan değil, top oynamaktan hoşlanan çocuklardır yalnızca. Üstelik top oynamakta övünülecek, bebekle oynamakta ise utanılacak bir şey yoktur. Çocukken erkek gibi olmakla övünerek, ataerkil düzeni kabullenmiş ve bu düzeni devam ettirmekten yana tavır koymuş olmaz mı bu kadınlar?

Resim: 'Boxing Girls' by Cindy Zarrilli

2 Eylül 2009 Çarşamba

TORTU

“Çökelti” diyor Türkçe sözlük, ve ekliyor "Gün iyiden iyiye ışıdı artık, tortusu dibe çöken bir su gibi duruldu, berraklaştı ortalık."- N. Hikmet. Budur tortunun anlamı. Ben o berrak suyu görmezden gelip, beynimde dibe çöken tortuyu kurcalıyorum zaman zaman. Kimbilir hangi zamanlardan, hangi mekânlardan kalmış sesler, renkler, isimler, sözcükler, tatlar, kokular birikmiş durmuş bir yerlerde. Kurcaladıkça bulanan sudan Rimbaud sesleniyor bazen, bazen Attila İlhan, bazen Apollinaire. Bazen Hatay Sineması’nın küf kokusu doluyor burnuma, bazen teyzemin kurabiyelerinin fırından gelen mis kokusu. Eylül 1980'de bombalar patlarken mutfak masasının altında geçirdiğimiz o günü yeniden yaşıyorum. İlkokulun bahçesinde mor menekşe oynarken “Pııınar, Pııınar” diye bağırıyorum elele tutuştuğum arkadaşlarımla. Kimi zaman hazırlıktaki fransızca öğretmenim “Bon point mademoiselle” diyor, kimi zaman Tanju Okan ‘Kadınım’ı fısıldıyor kulağıma. Venedik tren istasyonunda üzerinde gecelediğim bankın çıkık çivisini hissedebiliyorum hatta sırtımda. U. ile Marmaris’te buluyorum kendimi sonra, Sedir adasının kumları dökülüyor avuçlarımdan. Annemin çalıştığı bankadaki FACIT’le oynuyorum, ya da dedemin daktilosunda şerit sarıyorum. Ablam “yine mi bitti paran?” diyor “al bakalım, cumaya kadar idare et ama!”. Kıbrıs Şehitleri’ndeki sahaflarda ellerim tozlanıyor, Hasan Ağa’daki sıcak çay hâlâ dilimi yakıyor. Ayaklarımı dalgalar ıslatırken, Pınar Kür’ün ‘Bitmeyen Aşk’ının sayfalarına kumlar doluyor. Tortu yaşadıkça büyüyor, yaşlandıkça kıymetleniyor.

Resim: 'Aran Loves the Air' by Gina McKenna Burns

1 Eylül 2009 Salı

BİR SOFRANIN ETRAFINDA

"Size yemek yapmayı özledim" dedim İ'ye, "sofrada hep beraber olmayı özledim, dönmek istemiyorum oraya". Ve dönmedim. Londra'da geçirdiğim o bir yılda arkadaşlarım olmadan mutlu olamadığımı öğrendim. Bir araya gelmek eylemini ne kadar sevdiğimi orada tek başımayken fark ettim. Ferzan Özpetek'in Cahil Periler'indeki ya da Saturno Contro'sundaki gibi, bir sofranın etrafında yaşamakmış meğer istediğim. Ege kıyılarında bir aşağı bir yukarı gidip gelirken bunu bir kez daha idrak ettim. "Gümüldür'deyiz" dedik, "öğlen oradayım" dedi A. "Çeşme'deyiz" dedi O ile S, "Cuma sizdeyiz" dedik. P de geldi İstanbul'dan. "Geldiniz mi?" diye sordu B ile Ş. "Yıldızburnu'nda buluşalım öyleyse". S ile P arayınca "Asos'talarmış?" dedi U. "Tamam" dedim, "gideriz". Gittik. "Hadi dönün artık" dedi İstanbul'dakiler. Döndük. Şimdi Ege'dekileri arayıp "hadi" diyoruz. Sofrayı hazırlıyoruz.

Resim:  'A dinner in Brittany' by Karl Gietl