8 Eylül 2009 Salı

BÜTÜN BABALAR...

'Ölüm' cümle içinde ilk kez hayatımdan geçtiğinde kaç yaşındaydım bilmem. 4, belki 5. Silik bir andır hafızamda. Babaannemin kucağında oturmuş karşı apartmanın önündeki kalabalığı seyrediyordum camın arkasından. "Niye toplanmışlar?" diye sordum. "A'nın babası ölmüş" dedi babaannem. "Hangisi" dedim, "hangisi ölmüş? Şu köşede ayakta duran mı?". "Yok" dedi babaannem gülerek. Anlattı, anlattı, anlamadım.

Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
...

Cemal Süreya'nın bu şiirini ilk kez okuduğumda kaç yaşındaydım bilmem. 13, belki 14. Birden kaskatı kesildim okurken. İlk kez bu şiirle düştü içime babamı kaybetme korkusu. O gün anladım. O günden beri korkarım. Kör olmaktan. Babama her sarıldığımda korkarım.

Bu yıl içinde iki can dostum kör oldu. Babalarından ummuyorlardı bunu, kör oldular. Kaskatı kesildim kör olurlarken. Ne desem, nasıl teselli etsem bilemedim. Hep iki şiir geçip durdu içimden.

ölür...
bütün babalar ölür
biraz ebemkuşağı
yeşil zeytin gözlerinde hüzün
incir ağacının altında yatan narin
kaşlarının kıvrımı çandarlı körfezi
bin yıllık zeytin ağacının kırılan dalları
kırılan bir ömrün yapraklarıyla öylece durur
ölür
bütün babalar ölür.
- Halim Yazıcı

Resim: 'Father Figure' by Rodney Black

3 Eylül 2009 Perşembe

ÇOCUKKEN ERKEK GİBİ OLMAKLA ÖVÜNEN KADINLAR

Hello! dergisine verdiği röportajda yıllar öncesine dönen Deniz Berdan, "Hareketli, yaramaz ve erkek gibi bir çocuktum. Anneler sürekli 'oğlumu dövdü' gibi şikayetlerle bizim eve gelirdi" dedi.

O zamanlar nasıl bir hayat yaşadığını anlatan güzel top model Miranda Kerr, 'Erkek gibiydim. Her zaman dışarıda olmayı severdim; ağaçlara tırmanmak, çamurlar içinde oynamak. Hiçbir zaman Barbie’lerle oynamadım.

Sinem Kobal, "Ben lise sona kadar çok haşarı bir öğrenciydim. Erkek gibiydim. Sadece okul dışından platonik aşklarım vardı. Daha çok 'hoplayalım, zıplayalım, nereden kaçalım, nereyi kıralım' gibi şeyler vardı aklımda" dedi.

Burcu Esmersoy:
Aslında evde bebeklerle oynayıp onlara kıyafetler diken, Barbie bebeklerine kıyamayıp Cindy bebeklerinin saçlarını modelden modele sokan bir kız çocuğuydum. Dışardaysa futbol olmasa da top oynamaktan zevk alan ve dizlerini yaralamadan eve dönemeyen, neredeyse yaramaz bir oğlan gibiydim.

"Nasıl bir çocuktunuz?" sorusuyla karşılaşan neredeyse her ünlü kadının "erkek gibiydim" diye yanıt vermesi patolojik bir durum değil midir? Erkek çocuk gibi olmayı övünülecek bir özellik olarak vurgulayarak kız çocuk gibi olmaya pejoratif bir anlam yükleyen söylem medyada sürekli olarak karşımıza çıkıyor. Dışarıda olmak, dizleri yaralamak, ağaçlara tırmanmak gibi eylemler her daim erkek çocuklara has özellikler olarak düşünülüyor. Bu tür yaklaşımlar son derece özcü bir bakış açısının yansıması aslında. Evde olmak ve bebeklerle oynamak kızların, ağaçlara tırmanmak da erkek çocukların 'doğasında' var sanki. Bu 'doğasında olma' argümanı yalnızca ataerkil ideoloji değil, her türlü ideoloji yeniden üretilirken karşımıza çıkıyor. Örneğin, kapitalizmin insan doğasına en uygun sistem olduğu safsatası öyle bir pompalanıyor ki, bir de bakıyorsunuz sistem tarafından en çok ezilenler bile 'doğaları gereği' kapitalizmi savunur olmuş.
Toplumsal cinsiyetlerimiz, adı üstünde, sosyal hayat içinde edindiğimiz kimliklerimiz değil midir? Kız ya da erkek farkı olmaksızın, bazı çocuklar sakin, bazıları da hareketli ya da yaramazdırlar. Top oynayan kız çocuklar, erkek gibi olan değil, top oynamaktan hoşlanan çocuklardır yalnızca. Üstelik top oynamakta övünülecek, bebekle oynamakta ise utanılacak bir şey yoktur. Çocukken erkek gibi olmakla övünerek, ataerkil düzeni kabullenmiş ve bu düzeni devam ettirmekten yana tavır koymuş olmaz mı bu kadınlar?

Resim: 'Boxing Girls' by Cindy Zarrilli

2 Eylül 2009 Çarşamba

TORTU

“Çökelti” diyor Türkçe sözlük, ve ekliyor "Gün iyiden iyiye ışıdı artık, tortusu dibe çöken bir su gibi duruldu, berraklaştı ortalık."- N. Hikmet. Budur tortunun anlamı. Ben o berrak suyu görmezden gelip, beynimde dibe çöken tortuyu kurcalıyorum zaman zaman. Kimbilir hangi zamanlardan, hangi mekânlardan kalmış sesler, renkler, isimler, sözcükler, tatlar, kokular birikmiş durmuş bir yerlerde. Kurcaladıkça bulanan sudan Rimbaud sesleniyor bazen, bazen Attila İlhan, bazen Apollinaire. Bazen Hatay Sineması’nın küf kokusu doluyor burnuma, bazen teyzemin kurabiyelerinin fırından gelen mis kokusu. Eylül 1980'de bombalar patlarken mutfak masasının altında geçirdiğimiz o günü yeniden yaşıyorum. İlkokulun bahçesinde mor menekşe oynarken “Pııınar, Pııınar” diye bağırıyorum elele tutuştuğum arkadaşlarımla. Kimi zaman hazırlıktaki fransızca öğretmenim “Bon point mademoiselle” diyor, kimi zaman Tanju Okan ‘Kadınım’ı fısıldıyor kulağıma. Venedik tren istasyonunda üzerinde gecelediğim bankın çıkık çivisini hissedebiliyorum hatta sırtımda. U. ile Marmaris’te buluyorum kendimi sonra, Sedir adasının kumları dökülüyor avuçlarımdan. Annemin çalıştığı bankadaki FACIT’le oynuyorum, ya da dedemin daktilosunda şerit sarıyorum. Ablam “yine mi bitti paran?” diyor “al bakalım, cumaya kadar idare et ama!”. Kıbrıs Şehitleri’ndeki sahaflarda ellerim tozlanıyor, Hasan Ağa’daki sıcak çay hâlâ dilimi yakıyor. Ayaklarımı dalgalar ıslatırken, Pınar Kür’ün ‘Bitmeyen Aşk’ının sayfalarına kumlar doluyor. Tortu yaşadıkça büyüyor, yaşlandıkça kıymetleniyor.

Resim: 'Aran Loves the Air' by Gina McKenna Burns

1 Eylül 2009 Salı

BİR SOFRANIN ETRAFINDA

"Size yemek yapmayı özledim" dedim İ'ye, "sofrada hep beraber olmayı özledim, dönmek istemiyorum oraya". Ve dönmedim. Londra'da geçirdiğim o bir yılda arkadaşlarım olmadan mutlu olamadığımı öğrendim. Bir araya gelmek eylemini ne kadar sevdiğimi orada tek başımayken fark ettim. Ferzan Özpetek'in Cahil Periler'indeki ya da Saturno Contro'sundaki gibi, bir sofranın etrafında yaşamakmış meğer istediğim. Ege kıyılarında bir aşağı bir yukarı gidip gelirken bunu bir kez daha idrak ettim. "Gümüldür'deyiz" dedik, "öğlen oradayım" dedi A. "Çeşme'deyiz" dedi O ile S, "Cuma sizdeyiz" dedik. P de geldi İstanbul'dan. "Geldiniz mi?" diye sordu B ile Ş. "Yıldızburnu'nda buluşalım öyleyse". S ile P arayınca "Asos'talarmış?" dedi U. "Tamam" dedim, "gideriz". Gittik. "Hadi dönün artık" dedi İstanbul'dakiler. Döndük. Şimdi Ege'dekileri arayıp "hadi" diyoruz. Sofrayı hazırlıyoruz.

Resim:  'A dinner in Brittany' by Karl Gietl

13 Ağustos 2009 Perşembe

İZMİRLİYİM, İZMİRLİ OLMAKLA ÖVÜNMEYE KARŞIYIM

Son yıllarda giderek güçlenen bir ‘İzmirli olmakla övünme’ fenomeni yaşanıyor. Hele şu facebook’ta bas bas “İzmirli olmak ayrıcalıktır” diye bağıran gruplar yok mu, orada yazılanlara tahammül edemiyorum. İzmirli olmak neden ayrıcalıkmış, işte açıklamaları: kızları çok güzelmiş, çok bakımlıymış, mini etek giyene bakılmazmış, simide gevrek denirmiş, şehir çok modernmiş, batılıymış, insanların hepsi Atatürkçüymüş vesaire, vesaire. Ben de İzmir’de doğup büyüdüm. Annemle babam da İzmir’de doğup büyümüşler. İyi kötü iki kuşak İzmir’liyiz yani. Üniversite için İstanbul’a gelince, senede en fazla bir ay İzmir’de kalır oldum. Orası hala çok sevdiğim, benim için anılarla dolu bir yer. Buna rağmen İzmir’in bu kadar övülecek bir şehir, İzmirliliğin ise bu kadar övünülecek bir kimlik olduğunu hiç düşünmüyorum. Evet Türkiye şartlarında modern bir şehir sayılır belki ama nereden baktığınıza bağlı. Kordon’da oturup yüzünüzü denize dönerseniz, içiniz açılır, doğru. Oysa İzmirliler yüzlerini körfezin sırtlarına hiç çevirmezler. İzmir sırtlarının tamamını kaplayan gecekondulara bakmamayı, orada yaşanan fakirliği, sefaleti, plansızlığı ve bunların beraberinde getirdiği sosyal problemleri görmemeyi tercih ederler. Şehrin ağaçtan ve yeşilden yoksunluğu da rahatsız etmez onları, nasılsa körfezin mavisi yeter manzarayı renklendirmeye. İzmirliler üstelik ayrımcıdırlar, kendileri gibi olanları sever, kendilerine benzemeyenleri dışlarlar. İnsanları dış görünüşlerine göre yargılayıp sınıflandırırlar. Türkiye’nin geri kalanında yaşayanları tanımaz, yaşananları bilmez, bilmek de istemezler. İzmir aslında bir türlü ileri gitmeyen, hep yerinde sayan bir şehirdir. Ekonomisi, sanatı, kültürel ortamı yeterince gelişmemiştir. İzmirliler sıkı Atatürkçüdürler evet ama Atatürkçülük ve laiklik konusunda dar kafalıdırlar. Resmi ideolojinin ve resmi tarihin dışında birşey bilmez, okumazlar. Bu nedenle Türkiye’nin problemlerine 1930’ların penceresinden bakarlar. İzmirli olmayı ayrıcalık sananlar, övündükleri şeyin aslında İzmir’e değil belli bir sosyo-ekonomik sınıfa ait olmakla ilgili olduğunu bir türlü idrak edemezler.

Resim: İzmir Büyük Şehir Belediyesi fotoğraf arşivi

12 Ağustos 2009 Çarşamba

'BEACH CLUB'LARI NEDEN SEVMİYORUM

İki yıl kadar önce Kadıköy’de bir haftasonu 'Kalamış’ta Jazz' adlı iki günlük bir etkinlik düzenlenmişti. “Jazz in Kalamış: Çok keyifli bir hafta sonu geçirdik” diye yazmıştı Sevin Okyay bunun hakkında. Biletini alıp parkın etkinlik nedeniyle halka kapatılmış bölümüne girenler bakımından muhakkak güzel olmuştu Kalamış’ta jazz. Bir de madalyonun öbür yüzü vardı oysa. Hafta sonu Kalamış parkının çok büyük bir kısmı demir parmaklıklarla çevrelenmiş, sahnenin arkasında kalan sahil yoluna devasa tırlar konup geçiş engellenmiş, deniz kenarındaki kayalıklara oturmak yasaklanmıştı. Akşam serinliğinde yürüyüşe çıkmış olanlar sahil tarafında son derece nezaketsiz görevlilerce durdurulup “jazz var burada geçmek yasak” uyarısıyla karşılaştılar. Kayalara oturup güneşin batışını izlemeye niyetlenenler “o kayaya oturamazsın, oradan sahne görünüyor, kalk bu kayaya geç” emriyle taciz edildiler. Parkta jazz elbette hoş bir fikirdi; ancak kamuya ait bir mekandan kamuyu böyle kaba bir tavırla dışlamak hiç hoş değildi. Etkinliğin “parayı vermediysen düdüğü çalamazsın” yönündeki tavrı ve bu tavrın ortaya bu denli inceliksiz bir tutumla serilişi pek çok kişiyi hem rahatsız hem de rencide etmişti. O gün arkadaşım P. ile parkta yürüyüşe çıkmış, bu sevimsiz olaylara bizzat şahit olmuştuk.
O gün şahit olduklarımız, son bir kaç yıldır güney kıyılarında sayıları giderek artan ve adına 'Beach club' denen sevimsiz mekanları getirmişti aklıma. Tıpkı kamuya ait olan bu parkın kamuya kapatılması gibi, kamuya ait olan plajlar da rant kapısı yapılıp bir avuç işletmecinin eline bırakılır oldu son yıllarda. 'Beach club'lara takılanlar hallerinden memnun, ne de olsa gönüllerince eğlenip kendilerine benzeyen insanlarla bir arada denize girme lüksüne kendilerini 'halktan' yalıtarak kavuşabiliyorlar. Bense bu mekanları hiç sevmiyorum çünkü bütün bu olup bitenler temelde Türkiye’deki sınıfsal ayrışmanın görünürdeki yüzü. Bu ayrışma kendini pek çok farklı yerde gösteriyor. Liberal burjuvazinin kendi sınıfından olmayanlardan olabildiğince ayrılma eğiliminin önemli bir parçası, mafyavari güvenlik görevlilerince altınızdaki otomobile bakılarak içeri alındığınız eğlence mekanlarına takılabilme ayrıcalığına kavuşmak örneğin. Ya da deprem tehlikesine karşı bilinçlenme meselesini depreme dayanıklı sitelerde trilyonluk dairelere taşınarak halletmek de bu işin bir parçası. Taşınılan güvenlikli sitelerin etrafında kurulu gecekondu mahallelerinden görüntüyü bozuyor diye şikayet etmek de öyle. Ve görüntüyü bozan (!) bu insanları şehrin dışına itmek istemek de.
Devlet-vatandaş ilişkisi 80’li yıllardan bu yana sistematik bir şekilde vatandaşı müşteri haline getirme mantığı üzerine kuruluyor. Vatandaşlar artık kamusal alanlarda hak sahibi olan, devletin hizmet götürmesi gereken bireyler olarak algılanmıyorlar, her yerde ve her koşulda hizmeti satın alması beklenen müşterilere dönüştürülüyorlar. Sağlık mı istiyorsun, eğitim mi? Güvende yaşamak mı istiyorsun, emniyet mi? Deniz mi istiyorsun, kumsal mı? Ver parayı, çal düdüğü.
Dünyanın en ünlü plajlarından üçünü bizzat gördüm: Fransa’da Nice, Hawaii’de Waikiki ve İspanya’da Barcelona. Hiç birine girerken para vermek gerekmiyordu. Hiç birinde otellere ayrılmış özel bölümler yoktu. Hepsi herkesin kullanımına ücretsiz olarak açıktı. O nedenle bu beach club denen ucubelere “Avrupalılaşıyoruz, bakın nasıl da ilerliyoruz, oh ne güzel ne güzel” diye alkış tutanların söyleyeceklerine karnım tok. Ne zaman ki belediyeler güzelim plajlarımıza duş, kabin ve tuvalet hizmeti götürür, ne zaman ki plajlar herkesin kullanımına ücretsiz olarak açılır, ne zaman ki bu beach club denen rant mekanları kapatılır, işte o zaman onun adı medeniyet olur.

Resim: 'Elegy For A Dead Admiral' by Jack Vettriano

YAZMAKLA MAZİM

"Yaz"dedi sevgili dostum gamlı baykuş, "sen de blog yaz!". Onun cesaretlendirmesi üzerine blog alemine duhul etmeye karar verince, yazmakla mazimi düşündüm bir an. İlk paramı yazı yazarak kazandığım geldi aklıma. Sene 87 ya da 88 idi. Sabah gazetesinin "yazınızı gönderin, yayınlayalım, size 10 bin lira yollayalım" köşesine "bütün dünya kardeş olsa" tadında bir yazı yollamıştım çocuk aklımla. Günlerce heyecanla yazımın yayınlanmasını bekledim. İki hafta kadar sonra adımı o köşede görünce sevinçten deliye dönmüştüm. Hele bir de okul dönüşünde posta kutusunda adıma yazılmış posta çekini görünce ayaklarım yerden kesilmişti. Babam "hadi bakalım dedi, "bu parayla ne istiyorsan alabilirsin". Derhal Alsancak'taki Barçın Spor'a gittik birlikte ve beyaz üzerine yeşil-mor şeritli adidasları aldık 9 bin liraya. "Kösele bile değil bunlar, bu kadar paraya lastik ayakkabı alınır mı kızım?" diyen annemle babam çaresiz kaldı, söz ağızdan çıkmıştı bir kere. Kalan bin lirayla da As Burger'de mükellef bir öğle yemeği yedik. Babam "bu bir başlangıç olsun" dedi, "bu hayattaki amacın dünyaya bir eser bırakmak olsun". O günden sonra yazmak eylemi hayatımın önemli bir parçası oldu. Defterler dolusu şiirler yazdım. Okul gazetesine yazılar yazdım. Uzun uzun mektuplar yazdım. Varlık dergisine hiç biri yayınlanmayan şiirler yolladım. Derginin yazı işleri müdürü Enver Ercan 15 yaşındaki bir çocuğun hevesini kırmamak istemiş olsa gerek daha iyi şiir yazmak için daha çok okumamı öğütleyen mektuplar yazdı bana. Ona yanıtlar yazdımsa da sonra şiir yazmayı bıraktım. Üniversitede U.'ya aşık olunca sayfalar dolusu aşk günlükleri yazdım. Yüksek lisans ve doktorada makaleler yazdım. Bazıları akademik dergilerde basıldı. Tez yazdım, kitap oldu. Radikal 2'de yazılarım yayınlandı. Bunların hiçbiri ama hiçbiri Sabah gazetesindeki o ilk yazının yaşattığı sevinci yaşatmadı bir daha. Yazmakla mazim, 15 yaşımdayken hayal ettiğim kadar verimli olmadı asla. O zamanlar hep bir yazar ya da şair olacağımı düşünürdüm, olamadım. Yine de söz verdim babama, bir eser bırakacağım bu dünyaya. Bir gün mutlaka.

Resim: 'A Girl Writing' by Henriette Browne, about 1860-1880

10 Ağustos 2009 Pazartesi

MARX, SINIF, TATİL

Nerede ve nasıl bir tatil? İşte yanıtlanması en zor sorulardan biri de bu bizim için. Son yıllarda U. ile beraber gittiğimiz her tatilde sınıfsal aidiyetimizi sorgular olduk. "Bizim gibi insanlar nereye gider?" diye sorup duruyoruz birbirimize. Tatil yaptığımız hiç bir yere ait hissedemiyoruz kendimizi. Birkaç yıl önce balayı için gittiğimiz muhteşem tatil köyündeki çok çocuklu turist ailelere hiç benzemiyorduk örneğin. Oradaki her şey dahil sistemi de bize göre değildi, zira yeme kapasitemizi aştığı gibi bütün gün otelden çıkmamayı gerektiriyordu sistem. Sonraki yıl Ayvalık'ta katıldığımız tekne gezisinde yanında gazete bulunduran tek çifttik. Daha denize açılmadan şakkıdı şakkıdı oynamaya başlayan insanları görünce şaşırıp birbirimize bakakaldık. Ertesi yıl Çeşme'de fahiş fiyatlar yüzünden sürekli söylendik. Dönüş yolunda ne kadar az maaş aldığımızdan yakınıp, ne gibi ek işler yapabileceğimizi tartıştık durduk. Geçen yıl Sarımsaklı plajındaki tatilimiz haşemalı kadın sayısındaki artışı yorumlamaya çalışmakla geçti. Modern mahrem mi, ilerleyeceğimize gerilemekte olduğumuz mu, yoksa burjuvazinin islamileşmesi mi, neydi asıl mesele? Bir kaç gün kaldı, gidiyoruz yine. Bakalım bu tatilde bulabilecek miyiz bizim sınıftakilerin olduğu o yeri, ayarlayabilecek miyiz acaba saatlerimizi? Yoksa orası "neverland" mi?

Resim: 'Sweet Bird of Youth' by Jack Vettriano

16 Mart 2009 Pazartesi

TASARRUFUN YENİ ADI: ÇEVRECİLİK

Beni babaannem büyüttü. Tam bilmezdi yaşını, verdiği ipuçlarından 1915’te doğmuş olduğunu tahmin ederdik. “Babam cepheden dönerken trene binmiş, görenler olmuş, ama o trenden hiç inmedi” derdi. Fakirliği değil belki ama yokluğu iyi bilirdi. "Un yoktu, şeker yoktu, yağ yoktu" derdi. Üst baş anca mevsimine göre birer takım. Nüfus cüzdanının arasında ekmek karnelerini sakladı yıllarca.
Ben çocukken babam “bizim ayakkabımız hep oldu” derdi mutlulukla. Ayaklarına kumaş sarıp gelen çocuklar varmış sınıflarında. Eskiyen traş bıçaklarının saplarını kırıp küçülen kurşun kalemlere takmayı babam öğretti bana. Ayakkabıları varmış ama kalem öyle kolay kolay bulunmazmış. Esmer ekmeği hiç sevmez babam, kıtlığı çağrıştırır ona. "Biz çocukken beyaz ekmek bulunmazdı" der, "nereden moda oldu bu esmer ekmekler?".
Annem pet şişeleri, naylon poşetleri yıkayıp yıkayıp yeniden kullanır hâlâ. Eskiyen kıyafetleri toplayıp ihtiyacı olanlara verir. İhtiyacı olanlar her yerdedirler. Elektriği, suyu, gazı hep kararında tüketir. Milli servete zarardır yoksa. İsraf ayıptır, şımarıklıktır.
İşte ben bütün bunlar yüzünden tabağımda yemek bıraktığımda suçluluk hissettim yıllarca, öyle öğretildi bize. Atmak ve yenisini almak değildi düsturumuz, uzun süre kullanmaktı, eskiyene, yıpranana kadar. Bu tür alışkanlıklar kıtlık yıllarının, bizden önceki nesillerin tecrübelerinin bizdeki yansımalarıydı. Günümüzde tasarrufa yönelik bu tarz davranış kalıpları, benzer günlük yaşam pratikleri isim değiştirerek yükselen değer olmaya başladılar yeniden. İnsanlara tasarruf bilincini (!) kazandırmaya yönelik programlar yayınlanıyor “yeşil” ekranlarda. Tasarrufun ve tutumluluğun yeni adı artık “çevrecilik” oldu.
Çevreciliğe vurgu yapan bütün medya mesajları sürekli olarak tüketmemizi öğütlüyor oysa. Bulaşık makinemizi, buzdolabımızı, klimamızı atıp yenisini almalıyız örneğin, su ve elektrik tasarrufu yapmak için. Otomobilimizi değiştirmeliyiz hatta, çevreyi daha az kirletmek adına. Asli görevi tüketim kültürünü pompalamak olan medyadan da başka türlü mesajlar beklemek hata olurdu zaten. İşte ben bu yüzden, çevreci olmaktansa tutumlu olmakta ısrarlıyım.

Resim: 'Piggy Parasol' by Carol Marine

MUZDARİBİM

Katı olan her şey buharlaşıyordu. Marx, Weber, Durkheim, Nietzche, Freud ve diğerleri yaşadıkları büyük dönüşümden muzdariptiler benim gibi. Eski zaman - yeni zaman ikiliği, zamanlar arasında kalmışlık duygusu tarihte belki de ilk kez bu kadar ağır bir şekilde çökmüştü insanoğlunun üzerine. Geleneksel olandan, topraktan, alışkanlıklardan, eski tip ilişkilerden kopmanın, koparılmanın şaşkınlığı içinde sendeleme çağıydı Batı'da 19. yüzyıl. Biz, çökmekte olan imparatorluğun çocukları, "sendelemek yere serilmekten yeğdir" diyerek üzerimize giymeye çalıştık Batı'yı. Batılılaşma süreci dedik adına. Eski - yeni, doğu - batı, geleneksel - modern ikilikleri arasında saatlerimizi ayarlamaya çabaladık. Debelendik durduk. Muzdarip olduk, muasır olamadık. Sonra ben doğdum. Aselban. İki savaş görmüş, yokluk çekmiş anneanne ve babaannenin ellerinde büyüdüm önce. Sonra moderne göre, Batılı olana göre okutuldum, eğitildim. Birden büyüdüm. Dünya değişti. Duvar yıkıldı, küreselleşildi, neoliberalleşildi, postmodernleşildi. Şimdi yeniden buharlaşıyor katı olan her şey. İnandığım, bağlandığım değerler değişiyor. Saatimi ayarlamakta zorlanıyorum. Sendeliyorum. Muzdaribim.

Resim: 'She was cautiously optimistic' by Lisa Montag Brotman

15 Mart 2009 Pazar

GERÇEĞE ÇAĞRI

“Kapitalizmin olduğu yerde etikten bahsetmek olanaksızdır...”. Immanuel Wallerstein, Bilgi Üniversitesi’nde verdiği konferansta sorulan bir soru üzerine bu yanıtı verdi. Üretim maliyetlerini düşürmek, yani emeğe daha az para ödemek için Endonezya’da, Tayvan’da, Hindistan’da, Çin’de vs. açılan fabrikalarda çalışan köle-işçilerin durumları hakkında etik bir eleştiri yapmanın mümkün olup olmadığı sorulduğunda, Wallerstein’in yanıtı çok kesin ve net oldu: “...çünkü bir kapitalistin umursadığı tek şey, daha fazla sermaye biriktirmektir”. Wallerstein’in bir çırpıda verdiği bu yanıt, Erzurum’daki çağrı merkezini anlatan Turkcell reklamını çözümlemek için iyi bir temel teşkil ediyor kanımca.
“Ben Erzurumlu bir çay bardağıyam” diye başlıyor reklam. Bir çay bardağının gözünden Erzurum’daki gençlerin kahvelerde nasıl vakit öldürdüklerini izliyoruz önce. Taner adlı genç, reklamın başrolündeki çay bardağını alıp kahveden dışarı çıkıyor ve Turkcell Eruzurum Çağrı Merkezi’ne götürüyor. Temiz pak giyinmiş olan 21 yaşındaki Taner, yüzünde bir gülümsemeyle “çok moderen” ve “çok teknolojik” işyerinde masasının başına geçiyor. Özetle, Turkcell’in nasıl da toplumsal duyarlılığa sahip bir firma olduğu, çağrı merkezini Erzurum’a taşıyarak doğudaki işsizliğe nasıl da çare bulduğu mesajı verilmeye çalışılıyor. “Kapitalist ideolojinin yeniden üretimi” konulu bir derste örnek gösterilebilecek nitelikteki bu televizyon reklamı, kapitalizmin kendini nasıl da gizlediğini, gerçekliği nasıl da olduğundan farklı göstermeyi başardığını çok iyi anlatıyor.
Ulusötesi firmaların istihdamı, dünyada emeğin ve işyeri maliyetlerinin en ucuz olduğu bölgelere ihraç etmeleri küresel kapitalizmin en önemli olgularından biri. Buna benzer bir olgu 2005’ten beri Türkiye’de de yaşanıyor. Erzurum, Erzincan, Diyarbakır, Sivas, Kayseri, Kahramanmaraş, Gümüşhane, Antalya, Uşak, Bursa, Yalova ve Kocaeli, firmaların çağrı merkezi kurmak için tercih ettikleri illerin başında geliyor. Firmalar işe alım yaparken üniversite mezunlarını ya da öğrencilerini tercih ediyorlar. Doğu’ya çağrı merkezi için yapılan yatırımların firmalara yüzde 30’a varan maliyet avantajı sağladığı, bu nedenle 2007’de 250 olan Doğu bölgelerindeki çağrı merkezleri sayısının 2008’de 940’a ulaştığı söyleniyor
Turkcell çağrı merkezinin Erzurum’a taşınmasının ardındaki tek nedenin emek maliyetini düşürmek olduğu apaçık ortada, bu bir. İkincisi ve daha önemlisi, çağrı merkezlerindeki çalışma koşulları hiç de öyle reklamda gösterildiği gibi pembe bir tablo çizmiyor aslında. Geçen yıl Haber-İş sendikasına üye oldukları için işten atılan çağrı merkezi çalışanları, reklamda övülen sistemi “genç, ucuz, esnek ve örgütsüz” şeklinde özetliyorlar. Çağrı merkezlerinde modern köleler gibi çalıştırılmaya itirazları olan, “Çağrı merkezleri kendi Çin’ini yaratıyor” diyen gençler, seslerini “Gerçeğe Çağrı Merkezi” girişimiyle duyurmaya çalışıyorlar.
Medya Takip Merkezi’nin verilerine göre 2008’in ilk yarısında televizyonlara en fazla reklam veren şirketin Turkcell olduğu gözönünde bulundurulduğunda, çağrı merkezi çalışanlarının bu sisteme ve bu reklama itirazlarını dile getirebilecekleri mecralar arasında televizyon kanallarını saymak mümkün görünmüyor. Bu nedenle gerçeği görmek için www.gercegecagrimerkezi.org.

Bu yazı 15/03/2009 tarihli Radikal 2'de yayınlandı
Resim: 'Masked Identity' by Marcia Babler