16 Kasım 2008 Pazar

MEDYADA OBAMA

Obama’nın ABD başkanı seçilmesinin Türkiye’deki gazetelerin manşetlerine yansıma biçimi, Roland Barthes’ın çözümlediği meşhur ‘Fransız bayrağını selamlayan siyah asker’ fotoğrafını anımsattı. Barthes, sözkonusu fotoğraftaki mesajı ‘Fransa’nın büyük bir emperyal güç olduğu ve renk ayrımı olmaksızın, tüm evlatlarının sadakatle ve rızayla ona hizmete hazır oldukları fikrinin yeniden üretimi’ şeklinde okuyordu. Yani Barthes’a göre bu fotoğraf, hem milliyetçi hem de emperyalist bir söylem taşıyordu. Bizim gazeteler de siyah başkanın seçilmesini genel olarak, ‘küresel ABD imparatorluğunun büyüklüğünün göstergesi’ yönünde bir değerlendirmeyle taşıdılar ilk sayfalarına. Kendileri de bu büyüklük karşısında adeta selam durdular. 6 Kasım günü, örneğin Radikal ‘Bir siyah milyonların oyuyla başkan seçildi, Amerikan rüyası’ manşetiyle çıktı. Milliyet, ‘Tarih değişti, Beyaz Saray’da artık siyahi bir başkan var, küresel umut’ diye yazıyordu ilk sayfasında. Üstelik bu ‘küresel umut’ başlığına bir de ABD bayrağı giydirilmişti. Tıpkı Avrupa’da başarı kazanan Türk futbol takımlarının ‘zafer(!)’lerinin Türk bayrağı giydirilmiş manşetlerle haber verilmesi gibi. Anlaşılan bizim gazeteler artık sıradan (banal) Amerikan milliyetçiliğini de yeniden üretmeye başladılar. Tıpkı Amerikan gazetelerinin söylemlerini ve haber çerçevelemelerini yeniden ürettikleri gibi. Nitekim New York Times, Los Angeles Times ve diğer pek çok Amerikan gazetesi de Obama’nın seçilmesini her şeyden önce Amerikan siyasetinden ‘ırkçılığın süpürülüp atılması’ vurgusuyla ele aldılar.
Dünya basınında olduğu gibi bizim basında da daha soğukkanlı değerlendirmelerin yapıldığı oldu. Bu soğukkanlı değerlendirmelerde iki unsur ön plana çıktı. Birincisi, Obama’nın başkan seçilmesi gerçekten de ırkçılığın sonunu mu müjdeliyordu? İkincisi ve daha önemlisi, Obama acaba gerçekten siyah mıydı? Ayşe Akalın’ın geçen pazar (9 Kasım) Radikal 2’deki Beyaz Maskeli Obama!? başlıklı yazısı bu açıdan dikkat çekiciydi. Akalın, “Barack Obama’nın son kertede, Harvard Hukuk Fakültesi bağlantısı ile ‘corporate’ Amerika’ya eklemlenip ancak böyle siyasi erke dönüştüğünü unutmamalıyız” diyor ve şöyle devam ediyordu: “Obama biraz da kendisine rağmen, vatandaşı olduğu ülkenin kuralları sebebiyle siyah bir adam. Çünkü Amerika’daki geçmişinden taşıdığı ırk tanımı (one-drop rule), ailesinde uzaktan Afrika kökenli akrabaları olan bir kişiyi bile etnik olarak da siyah kabul ediyor.(...) Karşımızda deri rengi olarak gördüğümüz siyah bir adam evet ve bu olgu onun başkanlığını sembolik ırk ilişkileri tarihi içinde çok önemli bir noktaya getiriyor evet, ama (...) ırkı illa da pek çok siyah Amerikalının yaşadığı gibi insanı bazı şeylerden eksik bırakan bir olgu olarak yaşamamış.”
Akalın’ın yazısında olduğu gibi, Obama’nın ne kadar siyah ya da ne kadar beyaz olduğunun sorgulanması, bireylerin sahip olduğu kimliklerin temelini oluşturanın ne olduğu sorusunu da beraberinde getiriyor. Bu soruya ilişkin post-yapısalcı ve post-modern yorumlar bir bireyin kadın ya da erkek olarak, Türk ya da Fransız olarak, genç ya da yaşlı olarak, siyah ya da beyaz olarak tanımlanmasının kaynağında biyolojik özelliklerin değil toplumsal ve kültürel inşa süreçlerinin etkili olduğunu söylüyor. Bu perspektiften bakan sosyal kuramcılar, örneğin cinsiyet ve toplumsal cinsiyet temelli kimliklerin toplumsal olarak üretilmiş tanımlamalar olduğunu, bu tür kimliklerin doğanın evrensel kategorileri olmadığını vurguluyorlar. Bununla birlikte bu bakış açısına sahip yorumlar, kimliklerin ihtiyari olduğunu iddia etmiyor, yalnızca toplumsal pratik vasıtasıyla belli tarihsel dönemlerde geçici olarak stabilize edildiklerinin altını çiziyor. Aynı şekilde ulusal, etnik ve ırksal kimlikler de hep bu doğrultuda ele alınıyor. Öyleyse Obama, derisinin rengine bakıldığında her ne kadar siyah gözükse de sosyal formasyonu, aldığı eğitim, içinde yetiştiği kültür ve mensubu olduğu sosyoekonomik sınıf göz önünde bulundurulduğunda, ak pak bir Amerikalı olarak duruyor karşımızda.
Bu açıdan ele alındığında, Obama’nın başkan seçilmesinin ‘İşte Amerikan rüyası’ vurgusuyla medyaya yansıması yalnızca bir yanılgı olarak açıklanmaktan da uzak. Burada çok belirgin bir Amerikan yanlısı söylemin üretildiği ortada. Bu söylem ise her nevi medya metninde her zaman başvurulan ‘ikili karşıtlık’ üzerinden öykü üretme kuralıyla ilerliyor. Medya bize, Obama’nın Amerika’sını, Bush’un Amerika’sının olumlu alternatifi olarak sunuyor. Buna göre Bush’un Amerika’sı ne kadar karanlıksa/savaşçıysa/kötüyse/yaşlıysa/eskiyse, Obama’nınki o kadar aydınlık/barışçı/iyi/genç/yeni. Böylelikle medya aslında bize, bildiğimiz Amerika’yı cilalayıp yeniden pazarlıyor. Oysa Amerikan rüyasının dünyanın kabusu demek olduğunu tarih yazıyor. Bu kabustan uyanmak için var olan sistemin içindeki ufak tefek sözde-değişikliklerin yetmeyeceği ise ortada. Aslolan sistemin kendisinin değişmesi. Zaten ancak o zaman medyayı ABD bayrağına selam durmaya iten refleks de ortadan kalkacak.

Bu yazı 16/11/2008 tarihli Evrensel'in pazar ekinde yayınlandı.

20 Haziran 2008 Cuma

ENFORMASYON PATLAMASINA DAİR

İzleyicilerin enformasyonu ya da haberi nasıl algıladıkları bizi neden ilgilendiriyor? Bu soru zihnimizde izleyici kavramının nereye oturduğuyla doğrudan bağlantılı. İzleyici dediğimiz kitle aslında bilinçli tercihlerle demokrasiye katılmasını beklediğimiz uygar vatandaşlar. Zaten liberal –çoğulcu yaklaşıma göre medyanın başlıca işlevi de bu. Uygar vatandaşların zihinlerinde enformasyon yoluyla siyasi alana dair anlam yaratmalarını ve demokrasiye bilinçli katılımlarını sağlamak.
Fakat giderek daha fazla enformasyona ulaşmamızı sağlayan bilgi teknolojileri acaba daha demokratik bir toplumun yolunu açıyor mu gerçekten? Bilgi teknolojilerindeki hızlı ilerlemeyi devrim olarak görmek ne kadar doğru? Kablosuz iletişim devrimi, mikroçip devrimi, internet devrimi gibi tanımlamalarla sıkça karşılaşıyoruz. Ancak bunlar içinde yaşadığımız topluma daha fazla adalet, daha fazla eşitlik, daha fazla özgürlük getiriyor mu?
Bilgi teknolojilerindeki ilerlemeyi bir devrim olmaktan çok kapitalizmin yeniden yapılanması olarak görenler de var. Evet daha çok enformasyon alıyoruz ama bu aldığımız enformasyonun bir kısmı da bizi daha fazla tüketmeye iten ürün tanıtımlarından, yani reklamlardan oluşuyor. Bu teknolojiler karşısında çoğunlukla vatandaş kimliğimizden çok tüketici kimliğimiz ön plana çıkıyor.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da bilgi iletişim teknolojilerine kaç kişinin erişebildiği ve erişimi olanların kaçta kaçının bu teknolojileri bilgiye ulaşmak için kullandığı.
Bunu takiben bir soru daha sormak mümkün. İletişim teknolojileri vasıtasıyla daha fazla enformasyona ulaşmak demek daha fazla gerçek bilgiye ulaşmak anlamına geliyor mu?
Le Monde Diplomatique’in eski editörü İgnacio Ramonet’ye göre aşırı bilgilendirme beraberinde otomatik olarak o konuda bilgi yoksunluğunu getiriyor. Örneğin artık savaş meydanından naklen yayınla izleyici olayın öyküsünü oluşum halinde görüyor. Naklen yayın sayesinde her birimiz tarihin canlı tanıkları haline geliyoruz ama edindiğimiz enformasyon işlenmemiş bilgi aslında. Yani günlük yaşantımız içinde hiç durmadan akan ham bilgi bolluğu çok şey bildiğimizi sanmamıza yol açıyor. Aldığımız enformasyonu belli bir bağlama oturtarak yorumlamaktan giderek uzaklaşıyoruz. Analiz edilmemiş, işlenmemiş ham veriler etrafımızı sardıkça ortaya çıkan enformasyon bolluğu, Nabi Avcı’nın “enformatik cehalet” dediği olguyu doğuruyor.
Öte yandan, bazı durumlarda işlenmiş bilgi de cehalate yol açabiliyor. Glasgow Medya Birimi’nin yayınladığı bir araştırma bu durumu güzel bir örnekle açıklıyor. Araştırma BBC’nin birinci kanalında İsrail'le Filistin arasındaki gerginliği ele alan haberlerin nasıl işlendiğini ve izleyiciler tarafından nasıl algılandığını anlamaya yönelik. Araştırma sonuçları hem BBC’nin olayları daha çok İsrail yanlısı bir tutumla ele aldığını hem de haberlerde olayların tarihsel nedenlerine dair hiç bir bilgi verilmediğini ortaya koyuyor. İzleyicilere haberler izlettirildikten sonra hangi tarafın işgalci olduğu soruluyor ve büyük oranda Filistinlilerin işgalci olarak algılandığı ortaya çıkıyor. Yani izleyici, çoğu zaman naklen yayında çatışmalara tanık oluyor; ancak haberler1948 yılında İsrail kurulurken Filistinlilerin topraklarını terk etmeye zorlanmış olmalarına dair hiç bir bilgi içermiyor. Burada olayın tarihsel bağlamına değinilmemesi mis-enformasyon dediğimiz eksik bilgilendirme kavramına iyi bir örnek teşkil ediyor. İzleyici eksik bilgiye sahip olduğu halde olayları naklen izlediği için konu hakkında yeterli bilgiye sahip olduğunu düşünüyor.
Mis-enformasyon, yani eksik bilgi dışında ele alınması gereken bir diğer konu da dezenformasyon, yani çarpıtılmış bilgi kavramı. Bilgi nasıl çarpıtılır? Aktarılan bilgi ya nesnel olarak ele alınmamıştır ya da bilinçli bir şekilde yanlış bilgi yayılmıştır. Aslında enformasyonu aktarma ya da yayma imkanını elinde bulundurmak demek enformasyonu yönetme gücünü de elinde bulundurmak demektir. Bu açıdan medyanın sahiplik yapısının ve medya-iktidar ilişkilerinin farkında olmak izleyicilerin kitle iletişim kanallarından edineceği her türlü bilgiye karşı uyanık kalabilmesinin ön koşuludur. Hem uygar vatandaşlar, yani bilinçli seçmenler olarak hem de biliçli tüketiciler olarak çabuk hazırlanan ve çabuk tüketmemiz beklenen her türlü bilgiye karşı gözlerimizin açık olması gerekiyor.
Dikkatli ve uyanık olması gerekenler yalnızca izleyiciler değil tabii ki. Medya yöneticilerinin ve gazetecilerin de bilgiyi üretirken ve yönetirken kâr etme uğruna toplumsal sorumluluktan uzaklaşmaması ve asparagas kolaycılığına yönelmemesi gerekiyor. Geçtiğimiz yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nin en çok satan gazetesi USA Today muhabiri Jack Kelley’nin -üstelik Pulitzer ödülüne 5 kez aday gösterilen Jack Kelley’nin- yalan haberlerinin ortaya çıkması hala hafızalardadır. Yine 2004 yılının mayıs ayında Daily Mirror’ın genel yayın yönetmeni Piers Morgan İngiliz askerlerinin Irak’ta işkence yaptığına dair yalan haber yayınladığı için istifa etmek zorunda kalmıştı. Bu tür durumların engellenmesi ancak basının öz denetim mekanizmalarının işlemesiyle mümkün.
Günümüzde enformasyon patlaması yaşanmasının başta gelen itici gücü kuşkusuz liberal küreselleşme sürecinin ivme kazanması. Küreselleşme aynı zamanda medyanın, iletişimin ve enformasyonun küreselleşmesi anlamına geliyor. Ignacio Ramonet’nin dediği gibi günümüzde küresel medyalar kendi devleşmelerini sürdürme kaygısı içinde yasama-yürütme ve yargıya karşı bir dördüncü güç olmaktan giderek uzaklaşıyorlar. O nedenle Ramonet beşinci bir kuvvet yaratmanın gerekliliğinden söz ediyor. Bu beşinci kuvvet bozulmamış enformasyon için mücadele etmek üzere uygar ve biliçli yurttaşların gücüne dayanacak.

Bu yazı Eylül 2004'te NTV'de katıldığım Ters Açı programı için hazırlandı
Resim: 'Identity' by Maroe Susti (2007)

4 Mayıs 2008 Pazar

SEDA SAYAN VE PETEK DİNÇÖZ'LE İNANÇ DÜNYASI

Bazı sorulara ne yanıt verildiğinin önemi yoktur. Bazı sorular, yalnızca sorulabilir olmaları nedeniyle önem taşır. Bu tür soruların yanıtlarından çok, sorulabilir olmalarını mümkün kılan koşulları dikkate almak gerekir. Sorunun içeriğini, ne zaman, kimin tarafından, kimin adına, hangi mecrada, kime, ne amaçla sorulduğunu tartışmak, verilen yanıtı tartışmaktan daha önemli olabilir. Örnek mi? “Kadının sesi haram mıdır değil midir?”, “Sakat olduğu tespit edilse bile çocuk aldırmak günah mıdır?”, “Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları nelerdir?”. Bu sorular 25 Nisan Cuma günü sabah 10.30 civarında, Petek Dinçöz tarafından, stüdyodaki ve televizyonları başındaki (çoğunluğu kadın) izleyiciler adına, Show TV’de, stüdyo konuğu ilahiyatçı profesör Ömer Aydın’a soruldu. Aynı gün, yaklaşık aynı saatlerde, Kanal D’de Seda Sayan “Dansözün göbek atmasıyla kazanılan paradan cami yaptırmak günah mıdır?” diye soruyordu. Görünen o ki, kadın programı olarak adlandırılan televizyon formatları, bir kamu hizmeti olarak neyin günah neyin haram olduğu konusunda Müslüman Türk kadınlarını bilgilendirme misyonunu üstlenmiş durumda. Müslüman Türk kadını diyorum, zira Seda Sayan’ın programında Müslüman Türk kadınının ne olduğu da tarif edildi o gün, kelimesi kelimesine şu cümleyle: “Müslüman Türk kadını kartpostal değildir, iadeli taahhütlü mektuptur”.
İadeli taahhütlü mektup metaforuyla, kapalı bir zarf içinde gönderilen, kartpostal gibi her eline geçirenin okuyamayacağı, tek bir alıcıya kişiye özel teslim edilen nesne kastediliyor olsa gerek. Bu şekilde tanımlanan Müslüman Türk kadınlarına yönelik bu formatlar, dinsel, ayrımcı ve erkek egemen bir söylemi yeniden üretiyor. Günah veya haram kavramları üzerinden üretilen sorularla, programların genel anlatıları modern akıl yerine dinsel referanslar eksenine oturtuluyor. Örneğin “Kadının sesi haram mıdır” sorusuyla, bireylerin (kadın veya erkek) düşüncelerini ifade edebilme hakları laik hukuk yerine İslami kurallar bağlamında ele alınıyor. Bu nedenle, sorunun yanıtının “evet haramdır” ya da “hayır değildir” şeklinde verilmesinin hiçbir önemi kalmıyor. Benzer bir şekilde kürtaj, hukuki çerçevede ya da modern tıp bağlamında değil, dini çerçevede tartışılıyor. Erkeklerin kadınlar üzerindeki haklarının neler olduğuna dair bir sorunun sorulabilmesi ise, topyekün çağdışı olup adeta “beyazların siyahlar üzerindeki hakları nelerdir” sorusuna benzer bir ilkellik ve aşağılama içeriyor.
Bu tür soruların sorulabilir olmaları, soruldukları takdirde yadırganmamaları, tehlikeli bir normalleşmeye işaret ediyor. Belli değer yargılarının, belli algılama biçimlerinin, belli bakış açılarının, belli zihinsel kalıpların toplumsal ve kültürel alanda, günlük hayatın içinde benimsenip norm haline gelmeleri anlamında bu durum, dinselliği normalleştiriyor. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı kitabında “(...) çağdaşlaşma konusunda asıl sorun, kutsal sayılan alanın ekonomik, teknolojik, siyasal, eğitsel, cinsel, bilgisel yaşam alanlarında daralması, etkisizleşmesi sorunudur” diyor. Bu açıdan ele alındığında, söz konusu kadın programlarının Berkes’in sözünü ettiği yaşam alanlarına dair tartışmalarda dinsel söylemi seküler söyleme üstün tuttukları açıkça görülüyor.
Kadın programları, genellikle içi boş, kültürü yozlaştıran popüler kültür ürünleri olarak ele alınıp tartışılıyor. Oysa, kamusal alanda dinselliği normalleştirmeleri bakımından ele alındıklarında, kadın programlarının içlerinin boş olduklarını söyleyip geçmek tehlikeli bir iyimserliği beraberinde getiriyor. Bu tür programların içleri, ürettikleri söylem oranında doluyor. Zaten yoğun düzeyde magazinle meşgul edilen beyinler, hukuk, cinsellik, tıp gibi ‘ilahi’ değil ‘dünyevi’ uzmanlık gerektiren alanlarda bile referans noktası olarak ‘ilahiyat’ı almaya yönlendiriliyor. Seküler algı, ‘kapalı bir zarf’ içine hapsediliyor.

Bu yazı 04/05/2008 tarihli Radikal 2'de yayınlandı
Resim: 'Women' by Maroe Susti